Bugün başarıyı nasıl tanımlıyoruz? Notlarla mı, sınavlarla mı, yoksa öğrencinin gerçek potansiyeliyle mi? Bu sorunun cevabını aramadan önce, geçmişten bugüne başarıyla olan ilişkimize kısaca bakmak gerekiyor.
Nereden Nereye?
80’li 90’lı yıllarda öğrenciyseniz hatırlarsınız 45- 50 kişilik sınıfta 2 ya da 3 kişi takdir, 12-13 kişi teşekkür alırdı. Ben de takdire birkaç kez yaklaşmış olmanın dışında hep teşekkür aldım, üstelik çalışkan bir öğrenci olduğumu düşünürdüm. Sınıfımızda matematikten 10 üzerinden 7-8 aldığımızda sevinirdik. 10 alan her sınavda çıkmazdı; 9 alanlara kutsal insan gözüyle bakardık. Buna rağmen sınıfımızın büyük çoğunluğu iyi bir devlet üniversitesini kazanmıştı. O yıllarda üniversite gerçek anlamda kazanılırdı ve okul başarımızla kazandığımız okulların puanları arasında anlamlı bir ilişki vardı.
Öğretmenliğin İlk Yılları
Öğretmenliğe başladığımda da durum çok farklı değildi. İlk yıllarda yaptığımız değerlendirmeler geçerli, güvenilir ve adildi. Kimsenin herkese 100 vermek gibi bir kaygısı yoktu. Üstelik bana göre şimdiye kadarki en iyi öğretim programı olan 2005 programı bize pek çok biçimlendirici değerlendirme aracı sunuyordu.
Hormonlu Notlar Dönemi
MEB’in öğrencilerin üzerindeki sınav stresini bir nebze olsun azaltmak için sınavlarda okul başarı puanının etkisini artırmasını takiben “hormonlu not” diye bir kavram ortaya çıktı. Okul yönetimlerinin bizlerden yazılıları kolaylaştırmamızı istemeleri, velilerin okula artık çocuğunun durumunu sormak için değil, not istemek için gelmeye başlamaları ve ekstra not vermeyi kabul etmediğim için bir veliden aldığım ilk beddua ile ortam daha da şenlikli bir hâl almaya başladı.
Gelen şikayetler üzerine MEB bu duruma çözüm bulmak amacıyla öğrencilerin okuldaki yazılılarda aldıkları notlarla sınav başarılarını kıyaslamaya ve aralarında çok büyük fark varsa okullara yaptırım uygulamaya başladı. Bir süre sonra bunun takibini yapmanın zorluğu mu anlamsızlığı mı bilinmez bu yaptırımlardan da vazgeçildi. Böylelikle “takdir almayan öğrenci kalmasın” dönemi başladı.
Yanıltıcı Değerlendirmeler
Yaptığımız değerlendirmeler öğrencilerin gerçek durumlarını göstermiyordu, öyle olunca velilere yazılı notlarına çok sevinmemelerini ve öğrencilerin deneme sınav sonuçlarını dikkate almalarını öğütlemeye başladık. Yazılı sonuçları ve alınan takdirler yanıltıcı olabilirdi. Madem tüm okullar notları şişiriyordu, biz şişirmeyerek öğrencilerimizi cezalandıracak mıydık? Böyle diye diye içini boşalttığımız eğitim sisteminde başarıyı hep yanlış yerde arayıp durduk.
Dünya Ekonomik Forumu geleceğin yetkinliklerini beş yılda bir güncelleye dursun biz sınav sistemini güncellemekten burnumuzun ucunu göremez hâle geldik. Liseye geçiş sınavının 6, 7. ve 8. sınıflarda her sene yapılmasına karar verilmesiyle sınav stresi azalacağına daha da arttı. Bu dönem yalnızca 3 yıl sürdü ve her zaman olduğu gibi kendi mağdurlarını yarattı.
Çoktan seçmeli gibi görünmeyen çoktan seçmeli seçmeli sorular döneminde web’den clip art indirme uzmanı olmuştuk. Hani seçeneklerdeki bilgileri konuşma balonlarına taşıdığımız ve hangi öğrencinin doğru cevabı verdiğini bulma dönemi. Seçenekler Ayşe, Ahmet, Veli’ydi.
Çoktan seçmeli sorular üzerinden eğitimi dönüştürme maceramız, yeni nesil sorularla devam etti. Uzun bir metnin içinden bakalım kim soruyu bulabilecekti? Böylece öğrencilerimizin büyük çoğunluğunun hazin bir şekilde okuduklarını anlamadıkları ortaya çıktı.
Şimdi de yapay zekâ konuşuyoruz. Eğitim nereye gidiyor, diyoruz; ama bizim bir yere gitmediğimiz çok açık. Sınıfımızın kapısını kapattığımızda en iyi bildiğimiz şeyleri yapmaya devam ediyoruz: Tahtada konu anlatmak ve test çözdürmek.
Başarının Dinamikleri
Benim yaşımdakiler hatırlar, üniversite sınavında yüzlerce değil, tek birincinin olduğu yıllar… Sınav sonuçlarının açıklandığı ertesi gün gazetelerin kapak sayfasında birinci olan öğrencinin ailesiyle bir fotoğrafı olur ve öğrenciyle yapılan röportajda başarısının sırrı sorulurdu. Her seferinde bu yazıları sırra vakıf olmak amacıyla büyük bir dikkatle okur ve hüsrana uğrardım. Çünkü başarılı öğrencilerin yaptıkları şeyler hep bildiğimiz ve yaptığımız şeylerdi: Derslerimi günü gününe tekrar ettim, düzenli ve planlı çalıştım…vb. Ortada bir sır olmadığını anladığımızda olayı zekâya bağlayıp kendimizi rahatlatıyorduk: Demek ki çok zekiymiş.
Zekâyı kutsallaştıran bu zihniyet, öğrencileri dört gruba ayırıyordu:
- Hem zeki hem çalışkan olanlar
- Zeki ama çalışmayanlar
- Zeki olmayan ama gayret gösterenler
- Ne zeki ne gayretli olanlar
Bugünse öğrenme bilimi bize çok daha iyimser bir hikâye anlatıyor. Todd Rose’un Ortalamanın Sonu kitabında vurguladığı Dalgalılık Prensibi, zekâ, karakter, yetenek gibi karmaşık özellikleri tek boyutlu bir cetvelle ölçmenin yanlışlığını gösteriyor. “Ortalama öğrenci” diye biri yok; her bireyin farklı güçlü yanları var.
Angela Duckworth’un Azim: Sabır, Tutku ve Kararlılığın Gücü (Grit) adlı kitabı bize gösteriyor ki; gerçekten kalıcı başarı, doğuştan gelen zekâdan değil, uzun vadeli tutku ve kararlılıktan geliyor.
Carol Dweck’in “Aklını En Doğru Şekilde Kullan – Başarının Yeni Psikolojisi” adlı kitabı ise zekânın sabit değil geliştirilebilir olduğunu; başarının hatalardan öğrenme cesareti ve gelişime açık bir bakış açısıyla mümkün olduğunu gösteriyor. Tüm bu araştırmalar başarıyı yeniden tanımlamamız gerektiğini güçlü bir şekilde vurguluyor.
Türkiye’de Durum
Türkiye’de eğitimde iki katman var:
- Resmî katman: Sınavlar, merkezi ölçme sistemleri, politikalar…
- Sınıf içi katman: Öğretmenin öğrencisiyle kurduğu ilişki, kullandığı yöntem, verdiği geribildirim.
Türkiye’deki eğitim pratiğine baktığımızda ise merkezi sınav sorularının güvenliğinden bile emin değiliz. Böyle bir ortam gençlerimizin “çalışmaya değer” bir neden bulmasını giderek zorlaştırıyor ve motivasyonu düşürüyor. Bu motivasyon düşüklüğü öğretmenleri de olumsuz etkiliyor.
Tüm bu karamsar tabloya rağmen başarıyı yeniden tanımlamak, “ya sınav ya hayat” ikilemine sıkışmak zorunda değil. Birincisi bizim kontrolümüzün dışında olabilir, ama ikincisi büyük ölçüde bizim elimizde. Asıl mesele, motivasyonun kaynağını değiştirmekte.
Çünkü sadece dışsal ödüllere (not, belge, puan) dayandığında motivasyon kısa ömürlü oluyor. Öğrencileri gerçekten çalışmaya yöneltecek olan şey, öğrenmenin kendi içindeki anlamıdır: merak ettiği sorunun cevabını bulmanın hazzı, bir problemi çözmenin tatmini, ortaya koyduğu ürünü arkadaşlarıyla paylaşmasının verdiği değer… Kalıcı motivasyon bunlardan besleniyor.
Bu nedenle başarıyı yeniden tanımlarken sınavı değil, öğrencinin öğrenme sürecinde yaşadığı keşifleri ve ürettiği katkıları merkeze almalıyız. Çünkü sınavların güvenilirliği tartışmalı olsa da öğrenmenin değeri tartışmasızdır.
OECD’nin Eğitim 2030 raporu da bu noktayı güçlendiriyor: Geleceğin belirsizlikleriyle baş edebilmek için öğrencilerin yalnızca bilgiyle değil; merak, yaratıcılık, öz düzenleme, işbirliği ve sorumluluk gibi dönüştürücü yetkinliklerle donatılması gerektiğini söylüyor. Eğitimin amacı sınavlara hazırlık değil, gençleri yaşam boyu öğrenme ve topluma katkı için hazırlamak olmalı.
Neyse ki öğretmenlerin sınıfta uygulayabileceği somut yollar var. Oxford University Centre for Educational Assessment’in 9 ülkede yürüttüğü araştırma, merak ve yaratıcılığı destekleyen “umut vadeden uygulamaları” ortaya koyuyor. Bulgulara göre, öğrencilerin merakını geliştirmek için sorgulamaya dayalı öğrenme, K-W-L gibi teknikler, belirsizliği normalleştirmek ve kişisel ilgi alanlarına göre öğrenme fırsatları yaratmak etkili oluyor. Yaratıcılığı beslemek içinse çok yönlü düşünmeyi teşvik eden görevler, gerçek hayatla bağlantılı projeler ve öğrencilere ifade biçiminde özgürlük tanınması öne çıkıyor. Ayrıca işbirlikçi grup çalışmaları ve zengin geribildirim, hem merakı hem de yaratıcılığı destekleyen ortak stratejiler arasında.
Kısacası, sınav sistemi değişmese bile biz öğrencilerin başarıya yüklediği anlamı değiştirebiliriz. Bir öğrencinin merak ettiği soruya kulak vermek, onu yalnızca notuyla değil çabasıyla da takdir etmek, hata yapmayı öğrenmenin doğal bir parçası saymak. İşte bu küçük ama güçlü adımlar, yarının gerçek başarı hikâyelerinin başlangıcı olabilir.
Yazıda referans verdiğim Rose, Duckworth ve Dweck’in eserleri aynı zamanda öğretmenler için çok değerli birer kaynak. Sınıfta küçük adımlarla başlayabilmek için bu kitapları elinizin altında bulundurmanızı öneririm. Buna ek olarak, “Expeditionary Learning Schools”un 10 temel ilkesi de öğretmenler için ilham verici olabilir. Öz keşif, empati, doğayla bağ, hizmet ve şefkat gibi ilkeler, öğrencilerin akademik başarının ötesinde hayata hazırlanmaları için güçlü bir yol haritası sunuyor.
John Hattie’nin Görünür Öğrenme (Visible Learning) çalışması da hangi öğretim stratejilerinin öğrencilerde en çok fark yarattığını gösteren kapsamlı bir meta-analiz ortaya koyuyor. Ayrıca Ken Robinson’un “Yaratıcılık Aklın Sınırlarını Aşmak” kitabı, eğitimde yaratıcılığı merkeze almanın, öğrencilerin potansiyelini ortaya çıkarmak için neden vazgeçilmez olduğunu vurguluyor.
Bu kitapları bu yıl kendi okuma listenize alabilir, meslektaş çemberlerinde tartışabilir ve sınıfta küçük denemeler yapabilirsiniz. Çünkü büyük değişimler, çoğu zaman küçük ama kararlı adımlarla başlar.
Aysun Yağcı
Kaynakça:
Türkçeye Çevrilen Kitaplar
- Duckworth, Angela (2018). Azim: Sabır, Tutku ve Kararlılığın Gücü. Çev. Banu Taneli. Pegasus Yayınları.
- Dweck, Carol S. (2009). Aklını En Doğru Şekilde Kullan – Başarının Yeni Psikolojisi. Çev. Gül Kayıhan. Optimist Yayıncılık.
- Robinson, Ken (2008). Yaratıcılık, Aklın Sınırlarını Aşmak. Çev. Nihal Geyran Koldaş. Kitap Yayınevi.
Akademik ve Küresel Kaynaklar
- John Hattie – Visible Learning: A Synthesis of Over 800 Meta-Analyses Relating to Achievement
PDF özeti - OECD – The Future of Education and Skills 2030 / Learning Compass 2030
OECD raporu PDF - Oxford University Centre for Educational Assessment – Promising Practices: Curiosity & Creativity
Tam PDF rapor - Expeditionary Learning Schools – 10 Design Principles
Wikipedia sayfası